SuuGLE.TR.GG @Google
SUUGLE FOX

Sunal imgesi


Bir İnsan ve Aktör Olarak Kemal Sunal İmgesi
12.12.2012 14:41:04 | Sinema
Bir İnsan ve Aktör Olarak Kemal Sunal İmgesi

http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/bir-insan-ve-aktor-olarak-kemal-sunal-imgesi-8060
 
Dudağımızın Duldasında Dondu Gülüşler

"E Kolaay" Değilmiş Alışmak!

Trafik teröründen ürken insanlar pazartesi sabahlarının güvenli tenhalığına sığınıyorlar sayfiye dönüşlerinde artık. Sabah erkenden kente vardım ve birkaç saat daha şekerlemeye heves edip yatağıma yollandım. Telefonun sesinden ürkenlerdenim. Günün hangi vaktinde arandığım, telefonun melodisinin güzelliği filan hiç fark etmiyor; kasılıyorum. Henüz uyuyalı az bir zaman geçmişti ki arkadaşım çalıştığı işyerinden aradı:

 

”Bir söylenti var. Galiba Kemal Sunal ölmüş. Televizyonu açıp bakar mısın?”

 

Yaşamın üstünüze fazlasıyla geldiği duygusu bazen bir paranoya olmayabilir.

 

- İnek Şaban gelmiş! Hadi afişlerine bakmaya gidelim.

- Sarıgül’e mi gelmiş?

- Hayır, Hürmet sinemasına!

 

Sevinçle balkona fırlardım arkadaşlarımın avaz avaz bağırışlarına. Henüz yaşlarımız dokuz on. Doğruca yazlık sinemanın yolunu tutardık. Sinemanın girişine asılı büyük afişe ve filmden kareler içeren tanıtım fotoğraflarına bakmaya giderdik. İzmir’de 12 Eylül Darbesi’nin az öncesi ve az sonrası yıllardı. Karabağlar, varoştan evrilmiş ilçe irisi bir semt. Ana caddeler haricinde çoğu yerde asfalt yok, su mahalle çeşmelerinden sağlanıyor. Televizyon pek çok eve yeni yeni giriyor. Fakat bu ahval ve şeraitte dahi neredeyse her mahallede birkaç yazlık sinema var. Sadece bizimkinde iki tane var ve parmak kadar çocuk olduğumuz için bu bize çok doğal geliyor. Bugüne göre ise mucize gibi bir şey elbette zira İzmir’in son açık hava sineması Bornova ilçesindeki Hayat sinemasıdır artık. (Not: Yazının kaleme alındığı tarihte son açık hava sineması olan Hayat Sineması bugün artık yok!) İnsanlarsa herşeye rağmen mutluyduylar sanırım ve pencere önleri fesleğen saksılarıyla doluydu.

 

Cumartesi ve Pazar günleri sinemaların ayrıcalıklı günleriydi. Cumartesi günü Türk sinemasının arabesk şarkılı melodram günüydü. İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur ve illa ki Orhan Gencebay. Pazar günleri yabancı filmlere ayrılmıştı. Çoklukla ilkel karate ya da yaratık filmleri konurdu gösterime. Karate filmlerinde adını bile bilmediğim bir sürü adam bu ucuz yapımlarda havada uçuşup dururdu. Cüneyt Arkın’ı grotesk bulanlar acaba bu filmleri hiç izlemediler mi diye düşünürüm. Çoğu berbattı. İki istisna dışında; akrobasi, bale tadında dövüşen Bruce Lee ve işin içine yaralamak ve öldürmekten ziyade mizahı sokan Jackie Chan. Yaratık filmlerinden ise, aklımda sadece Godzilla ve Hulk kalmış. Gücün devasa ölçülerle ve ezip geçme potansiyeliyle tanımlandığı bu filmler, nükleer gulyabanilerce yönetilen bir dünyanın dışavurumsal estetiğiydi. Hafta içi günleri işletmeciler için müşterinin az olduğu günlerdi. Emek-yoğun yaşanıp gidilen bir dünyada, insanları iş günlerinde sinemaya sokmak kolay değildi elbette. Ama sihirli formülü hazırdı sinemacıların. Güldürmek. Bu öyle bir sihirdi ki, ertesi gün ustabaşından, patrondan fırça yemek pahasına koşulurdu açık hava sinemalarına.

 

Ve açık hava sinemaları...

 

Hepsinin etrafı briket duvarlarla çevriliydi ve bu duvarlar mutlaka sarmaşıklarla kaplı olurdu. Zemin, biz İzmirlilerin çiğdem diğerlerininse ay çekirdeği dediği kuruyemiş kabuklarından görünmez hale gelirdi. Onca tuzlu çerez yemekten mi yoksa oynayan filmin heyecanından mı bilinmez kuruyan dudaklar, film aralarında mutlaka gazozla serinlemek isterdi. Elektrik yerine kalıp kalıp buzlarla takviye edilmiş sularla soğutulan buzdolaplarından Japon balıkları gibi bize bakan gazozlarsa, dev şirketlerin markalarını üstlerinde azametle taşıyan kamyonlar, semtin dar sokaklarında kaybolmak korkusundan gelemediklerinden midir nedir halis muhlis Türk balığıydılar ve adları da Cincibir, Sensun, Elvan, Huzur, Çamlıca ya da Uludağ’dı. Kimbilir belki de sırf bu yüzden sinema izleyicileri filmin ezanlı minareli sahnelerinde, karanlıkta bile sandalyelerinde doğrulup oturacak kadar naiftiler, enteresandılar. Ne var ki sözü geçen bu karanlık, filmin mutluluklarla ya da acılarla dolu kreşendo anlarında perdeden yansıyan mavi ışıkla kol kola girerek büyülü bir hal alır ve karşı cinsle ilk bakışmalara yataklık eden çöpçatan bir karanlığa dönüşürdü. O bakışlarsa geceyi adeta mermi gibi delip, sekiz on sıra ötedeki tahta sandalyede ikamet edenin gözlerine duyguları, vaatleri taşırdı ya da gelişkin hayal güçlerimiz bizlere bu sanıları verirdi ki biz İzmirli çocukların ve diğer açık hava sineması cenneti olan yerlerin çocuklarının hayal güçleri, pervasız kahkahalar atabildiğimiz o filmlerle ve kendimizi alabildiğine özgür hissettiğimiz açıkhava sinemalarında tomurcuklanıp çiçek açmıştır.

 

Artık açık hava sinemaları yok.

 

İnsan Kemal Sunal

 

Ülke sinemalarından söz açıldığında akla önce büyük oyuncular gelir. Bu oyuncuların arasındaysa komedyenler başı çeker. Zira yapılan çeşitli anketlerde güldürü türü değişmez şekilde izleyicinin en sevdiği sinemasal türlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Charlie Chaplin, Laurel&Hardy, Buster Keaton, Max Linder, Louis de Funés, Vittorio Gassman, Walter Matthau, Fernandel, Peter Sellers, Jerry Lewis, Eddie Murphy, Jim Carrey gibi isimler tüm dünyada sevilen ve bilinen sanatçılardır. Yüzleri ve filmleri ulusal sınırları aşmış, insanoğlunun kendine özgü mimiği olan gülmenin evrenselliğinde küreye yayılmıştır. Kemal Sunal da Türk güldürü sineması dendiğinde akla gelen birkaç ekol sahibi oyuncudan birisidir. Bizi anlatırken sonuna kadar yereldir, karanlıkta koltuğunda oturan insana kahkaha attırırken ise sonuna kadar evrenseldir.

 

Kemal Sunal ölümünden bir yıl önce, çalıştığım fakültenin 30. yıl etkinlikleri için İzmir’i ziyaret etmişti. Atatürk Kültür Merkezi’nde onun adına düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmanın içeriğini anımsıyorum. Tavrındaki çelebiliği, yapmacık olmayan jestlerini bir komedi oyuncusu olmasının doğal uzantısı saymıştım. En çok, oturacak yer bile bulamayan ve kendisini heyecanla ayakta dinleyen gençlere eğitimin öneminden bahsetmesi aklımda kalmış. Yarım bıraktığı üniversite eğitimini, yıllar sonra bir misyon olarak tamamladığı artık herkesin malumu. O misyon aslında Cumhuriyetin ilk hedeflerinden birisi olan “eğitim” hamlesi, “okumak” düşüydü. Okumadan bir yerlere varmanın geçer akçe haline getirildiği seksen sonrasında, Sunal filmografisindeki eleştirel dozun artması bir rastlantı mıdır? Oynadığı rollerin genel bir niteliği, gerçek yaşamdaki sanatçı ve vatandaş kimliklerinin de bir parçası olmuştu. Zira, “güldürü filmlerinde kahraman genellikle eğitimsizdir. Kendisi eğitimsiz olmasına karşın eğitim onun için çok önemlidir. Bu yüzden çocuklarının ya da kardeşlerinin okumasını ister. Çocuklarına düşkündür. Okul ise çocukları için bir güvencedir.” Kemal Sunal, gerçek yaşamında da sanatçı sorumluluğuyla bunu kavramış ve görevinden kaçmamıştı.

 

Bir yönetmen sanatı olarak kabul edilen sinemaya yönelik değerlendirmelerde oyuncular çoğu kez ihmal edilir. Güldürü türü, oyunculuğun gerçekten öne çıktığı bir tür olarak dikkati çeker. Pek çok filmi Chaplin, Peter Sellers, Kemal Sunal ya da Şener Şen olmadan düşünmek bile imkansızdır. Bu yazıda tabir-i caizse “Kemal Sunal sineması”nın genel nitelikleri üzerine kronolojik bir yolculuğa çıkmayı deneyeceğiz.

 

Yan Rollerden Baş Rollere ve Toplumsal İçeriklere Yolculuk

 

Kemal Sunal ilk kez Tatlı Dillim (1972) filmi ile izleyici karşısına çıktı. 1973 yılında Canım Kardeşim, Güllü Geliyor Güllü ve Yalancı Yarim filmlerinde oynayan sanatçı asıl çıkışını 1974 yılında yaptı. Hasret, Köyden İndim Şehire, Mavi Boncuk, Salako, Oh Olsun, Salak Milyoner filmleriyle tüm ülkede tanınıp sevildi. Ertem Eğilmez’in başlattığı Hababam Sınıfı dizisi, Kemal Sunal için bir dönüm noktası oldu. Bu dizi, tüm çatışma ve sorunların karşılıklı sevgi, saygı ve anlayış ile giderilebileceği mesajını başarıyla verdi. Rıfat Ilgaz’ın ölümsüz eserinden uyarlanan Hababam Sınıfı dizilerinde yaratılan İnek Şaban tipi ve anlatısı, geleneksel Keloğlan anlatı kalıplarıyla benzerlikler taşımaktaydı. Nazlı Kırmızı’ya göre, “hem Keloğlan hem de İnek Şaban anlatılarının kökeni kırsal kesim insanının çelişkilerine dayanmaktaydı. (...) Böylece bu anlatılar belirli bir toplumsal kümenin ekonomik, kültürel ve toplumsal ilişkilerden kaynaklanan sorunlarına çözüm önererek onlara hoşlarına gidecek birer örnekçe sunmaktaydı.” Keloğlan anlatısıyla olan bu kavramsal ilgi bağı, Kemal Sunal’ı neredeyse bütün filmografisine kokusu sinecek şekilde, güldürünün savruklamaya yakın sularında tuttu. Bu sinemasal anlayış yönetmenin de tavrıyla ilintili olarak bazen bir sakarlık silsilesinin veya dozu harika ayarlanmış bir seyirlik güldürünün ortaya çıkmasına neden oluyordu.

 

Kemal Sunal, sonraki yıllarda daha sağlam içeriklere ve daha sağlam bir oyunculuğa evrilmeye başladı. Canan Uluyağcı’ya göre, “yakışıklı adlı filminden sonra Kemal Sunal’ın yarattığı imgede değişiklikler gözlenmeye başlanmıştır. Bu filmde argo diğer Kemal Sunal filmlerine göre daha az kullanılmıştır. Konut sorununa daha gerçekçi bir bakış getirilmiştir. Kemal Sunal’ın oyunculuğu diğer filmlerinden daha az güldürüye dayanmaktadır. Bu savı desteklercesine 1980 sonrasında çevirdiği Polizei (1988) ve Düttürü Dünya (1988) filmlerinde yavaş yavaş güldürü oyunculuğundan ayrılmaya başlamıştır.”

 

Kemal Sunal’ın kariyerinin olgun dönemlerinde komedyadan tragedyaya doğru ara yönler keşfetmesi ister istemez Chaplin’i akla getiriyor. Gülmeyle hüznün tıpkı yingyang gerçekliği gibi koyun koyuna olduğunu kavrayan ve ustalık dönemi filmlerinde acılı gülmeyi ve eleştirel düşünmeyi, salt güldürmeye dayalı savruklamanın yerine koyan Chaplin, evrensel ve ölümsüz bir sinema dahisiydi. Ölümünün hemen ardından Sunal’ı Şarlo’ya benzetenler oldu. Kuşkusuz Kemal Sunal bir Şarlo değildi ve beslendiği kaynaklar ile aktığı denizler Şarlo’dan oldukça farklıydı. Fakat tıpkı Chaplin gibi sanatını ileriye götürmek için harcadığı bilinçli çabaya ve bunda aldığı mesafeye sırtımızı dönemeyiz.

 

Gerek Türk, gerekse dünya sinema literatürüne bakıldığında niceliksel olarak ulaştığı seviye ile zirvedeydi denebilir. Çevirdiği toplam 82 komedi filmi ile ve gerek perdede gerekse beyazcamda ulaştığı izleyici sayısı ile kolay kırılamayacak bir rekorun sahibi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kemal Sunal briket duvarlı, tahta sandalyeli sinemalardan geçerek yoksul bir halkın kalbine ulaştı. Türk aklının cin fikirliliği ile safdilliğini birleştirdiği bir oyunculukla, gelenekten süzülen bazen Keloğlan, bazen Hoca Nasrettin, bazen de Karagöz yansımalarını beyazperdeye taşıdı. Ama bunu tamamen kendine özgü bir tarzda ve yaşadığı çağın gündelik çatışmalarını, sosyo-kültürel çelişkilerini gözlemleyerek yaptı. Stuart M. Kaminsky’e göre güldürü toplumsal yaşamdaki bazı ciddi konuların ve toplumda tatmin edici bir role kavuşmak için verilen arketipik mücadelenin bir yansımasıdır. Bu bakımdan Emre Kongar’ın tespitiyle, Kemal Sunal’ı değerlendirmek Türkiye’yi değerlendirmekle orantılıdır. Türkiye çok hızlı değişmektedir: Köyden kente gelenler köylülüklerinden kurtulup kentlileşememekte, arada kalmaktadırlar. Politikacılardan çözüm beklenmekte ancak politikacı çözüm üretememektedir. Türk halkının yüzde doksanı Kemal Sunal’ın filmlerinde kendini görmüştür.

 

Kemal Sunal’ın filmlerindeki eleştirel doz bir filminden ötekine farlılık göstermekteydi. Yine de olgunluk yıllarında bu dozun artmasına ve eleştirel tavra bağlı olarak filmlerinde gülmecenin yanına hüznün ve toplumcu gerçekçiliğin eşlik etmesine tanık olmaktayız. Şaban çizgisindeki filmlerinde bile bu eleştirel tavrı yakalamak olasıdır. Uğur Vardan’a göre, “zekası her türlü badireyi atlatmaya yeterdi. Üstelik ülke gerçeklerine karşı da duyarlıydı. “Çöpçüler Kralı”, “Kibar Feyzo”, “Devlet Kuşu”, “Zübük” gibi 70’lerin sonunda çektiği ve sola göz kırpan filmler, toplumsal hayatın onun sinemasındaki en önemli yansımalarıydı. Yani o apolitik, suya sabuna değmez gibi görünen karakter, gerektiğinde tavrını açığa çıkarıyor, hatta eylemin bizatihi içinde bulunuyordu.” Veysel Atayman, Şaban’ın savruklamayı içi boş bir dizi yıkma eylemi olarak değil, içinde yer etmediği ve yer etmeyi de istemediği bir düzeni dinamitlemek için kullandığını belirtir. Dürüstlük ve doğallık içermeyen tüm görgü kurallarıyla, itaat figürleri ve resmiyet kurumlarıyla ve benzeri şeyle uzlaşmaz ilişkilere giren çağdaş bir Keloğlan’dır adeta. “Şaban filmlerinde onun anarşisinden nasibini almamış tek bir kurum ya da kurum uzantısı bulamazsınız. Paşalığı, hizmetkarlığı, gansterliği, şarkıcılığı, travestiliği, aklınıza gelebilecek her türlü biri, sistemi yıkıcı bir anarşinin hedefine çevirir o. Bunu yapabilmesinin ön koşulu: O, bu düzen içinde kendine tutunacak bir yer aramaz.”

 

Fakat filmografisinin geneline bakıldığında eleştirelliğinin yenilip yutulmaz bir zehir değil, genelde tatlı bir öksürük şurubu gibi olduğu görülür. Ünsal Oskay’a göre, “Kemal Sunal filmlerinde tipleri hafif aptalca yansıtıyordu. Kimseyi kırmadan, üzmeden, düzeni kızdırmadan eleştiriyordu. Sunal, filmlerinde toplumun öfkelendiği birçok şeyi, ‘Bu da geçer yahu!’ şeklinde korkutmadan veriyordu. Çok iyi bir oyuncuydu. Nasrettin Hoca çizgisinden giden bir sanatçıydı.”

 

Doksanlı yıllarda her gün başka bir kanalda Kemal Sunal filmi izlemekten gına geldi diyenler, yakınanlar oldu. Oysa asıl Televole’den, Paparazzi’den şundan bundan gına gelmişti Türk halkına. Kemal Sunal suçun kendisinde, hele hele izleyicide olmadığı, bir yanlışlık varsa bunun sosyo-kültürel yapıda ve çarpıklıklarda aranması gerektiği bilincine sahipti. Filmografisine bakıldığında bir sanatçı olarak zamanla güçlenen eleştirel tavrını kendi sözlerinde de bulmak olanaklıdır: “Kemal Sunal filmlerinin yüzüncü kez seyredilmesinin tek nedeni, halkın gülmek istemesidir. (...) Kemal Sunal filmlerinin vermiş olduğu mesajlar bugün bile geçerliliğini koruyor. Bu açıdan bakınca halkın benim filmlerime sarılması bir anlamda çok üzücü. Bu Türkiye’nin bir adım bile ileri gitmemiş olmasının bir göstergesidir.”

 

Kuşkusuz onu böyle üzen ve karamsarlığa iten şey, Türkiye’nin niceliksel ve teknolojik anlamda yerinde sayması değildi. O değişimlere gözü ve gönlü açık bir sanatçıydı. İnternet reklamlarına çıkan, filmleri her gün onlarca TV kanalında boy gösteren, kendi adına bir web sitesi kurmaya hazırlanan bir sanatçı olarak zaten bu değişimlerin mutlaka farkında olmalıydı. Nitekim ölümü bile Türkiye’nin en moderni denilen havalimanında oldu. Değişmeyen ve O’nu “mesajlarım hala geçerlidir” demeye iten şey ise, ülkenin aynı kalan çelişkileriydi. Teknoloji ve bilimi tabana yayamayan, eğitimi, sağlığı gereğince önemsemeyen zihniyetti aslında bir adım bile ilerlemeyen. O bunları görüyor ve bu yüzden halkın dertlerinin her dönemde aynı kaldığını dile getiriyordu. Eğer yaşasaydı ve “haytek” havalimanındaki ilk yardım ve sağlık hizmeti curcunasını görseydi yetkililere o meşhur “eşoğlueşek” repliğini bir kez daha yineler miydi acaba? Sanmıyorum, zarif adamdı. Tıpkı filmlerinde kendisine kazık atmaya kalkışan dostlarına yaptığı gibi dudağının ucuyla acı acı güler, hafifçe kafasını sallardı. Evet, her ölüm erken ölümdür ama O’nun ölümü daha da erken oldu. Zira kendi yaşındaki çoğu sanatçıya nasip olmayacak şekilde işinde ikinci baharını yaşıyor, ardı ardına film projelerinde görev alıyordu. Sinan Çetin’in Propaganda’sındaki performansının ardından, Ali Özgentürk’ün “Balalayka” adlı filminde “Necati” rolünü üstlenmişti. Tıknefes olan hatta bir ara can çekişen Türk sinemasına suni teneffüs yapanların arasındaydı. Ne acıdır ki, sinema adına çıktığı bu son yolculukta suni teneffüs sinemamıza kazandırdığı oğlu oyuncu Ali Sunal tarafından bu kez kendisine yapıldı. Bu bir evlat için ne kadar kara bir yazgıysa, bir baba için de kuşkusuz trajik olduğu kadar büyük ve mitsel bir ölüm şeklidir.

 

Ölümünün hemen ertesinde onunla ilgili detaylı bilgilere ulaşmak için İnternet’e girmek aklıma geldi. Bir haber sitesinin ana sayfasının manşeti Sunal’ın vefatıydı ve siyah fon üstüne “Kemal Sunal’ı kaybettik” başlığı atılmıştı. Sanırım büyük sanatçılarını yitirmek toplumları da bir parça büyütüyor ve gerçekle yüzyüze getiriyor. Örneğin, Sunal’ın ölümüyle kaybedilen, bir insan bedeninde cisimleşen ve fanilikle kodlanmış elli altı yıldan daha fazla bir şeydir. Bu elli altı yılda Türk halkına milyonlarca kez kahkaha attırabilmenin gücü, büyüsü ve aşkı vardır. Bir halkın bir adama bakıp bakıp ama aslında kendine gülebilmesinin terapisi ve eleştirelliği vardır.

 

Haber başlığının yanı başında bir fotoğraf var; sanatçının daima hatırlamak isteyeceğimiz sıcak ve doğal bir gülümsemesi. Biliyorum ki kısa süre sonra o başlık başka haberler için güncellenir, yaşamsa kendi ritminde akıp gider. Tarihin bu dilimine ait gazeteler arşivlere kalkar, kağıttan şapka olur, gemi olur, kesekağıdı olur. Ama o sıcacık gülümseme, atasözlerini birbirine ekleyip çıkararak söylenen sarsak, şaşkın ve sempatik yüz belleklerimizde öylece durup durur zamanın bizleri de eninde sonunda götüreceği sakin limana demirleyinceye dek.

 

Başta çocuklar olmak üzere, yaşamı gülmeyle göğüsleyenlere sabır ve direnç dilerim. Zira, e kolaaay değil alışmak duvardaki eksik tuğla gibiyse gidenin yokluğu. Evet, sanatçılar da ölürler ama asla “yok” olmazlar; onlar ruhlarımızı özgürleştiren açık hava sinemaları gibi belleğimizin serin gölgeli duldasından (kuytusundan) bize el sallarlar.

 

Gerçek yaşamda çelişki ve çatışmalar eksik olmadığına göre bunların acılarını hafifletecek ya da haksızlıkları görünür kılacak gülüş de her zaman var olacaktır. Gerçeğin estetik özümsenmesi, trajik ile komiğin ne olduğunu açıklığa kavuşturmayı, trajik çatışmaların ve komik durumların, gülünç ve dramatik karakterlerin özünü araştırmayı gerekli kılar. Adorno, “uzlaştırıcı ve de acıklı her gülüşe bir korkunun bitiş anı eşlik eder” derken gülmenin özgürleştirici potansiyelini hatırlatır. Kemal Sunal özgürleşme yolunda toplumun yoluna ışık tutan özgür bir sanatçıydı. Zira Eagleton’ın da veciz biçimde ifade ettiği gibi “yalnızca iktidar ile alay edenler gerçekten özgürdürler.”

 

Kemal Sunal’ı Türk güldürü sinemasını, yetmiş öncesinin harekete ve söze dayalı naif yapısından karaktere ve toplumsal eleştiriye doğru evrilen yola sokan isimlerin başında anmak gerekecek. Filmografisi alt muhalefet biçimlerini barındırması anlamında henüz hakettiği oranda incelenmedi bile. Sunal’a genişçe yer ayrılmamış bir Türk güldürü sineması tarihçesinden söz dahi edilemez.

 

Kemal Sunal.

 

Çocukluk günlerimizin tüm o neşeli anları adına sana minnettarım. Türk halkının “Hürmet” sinemasında daima vizyonda kalacaksın.

 

Kaynakça:

  1. KIRMIZI, Nazlı, Geleneksel Anlatılar ve Söylen: Türk Güldürü Filmleri Üzerine Yapısalcı Bir Çözümleme, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 1990, Eskişehir.
  2. KURUOĞLU, Şükran Huriye, Türk Sinemasında Güldürü, Düşünceler Dergisi, Sayı: 4, Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Dergisi, İzmir, 1990
  3. ULUYAĞCI, Canan, Türk Sinemasında Güldürü, Kurgu Dergisi, Sayı:14, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1996.
  4. Kemal Sunal’a Veda, http://www.ntvmsnbc.com/news/15151.asp (03. 07. 2000)
  5. AŞIK, Melih, Kemal Sunal..., Açık Pencere Köşesi, Milliyet Gazetesi, 04. 07. 2000.
  6. KONGAR, Emre, Türkiye’nin Yüzüydü, Radikal Gazetesi, 04. 07. 2000.
  7. DİKENLİ, Ayşegül, Toplumun Aynasıydı, Radikal Gazetesi, 04. 07. 2000.
  8. VARDAN, Uğur, Komik Olma Azrail Kemal Sunal Ölür mü?, Yeni BinYıl Gazetesi, 04. 07. 2000.
  9. SUNAL, Ali Kemal, Kendi Kaleminden İnek Şaban, Aktüel Dergisi, sayı: 468, Dergi Eki: Ali Kemal Sunal’ın Yüksek Lisans Tezi., 6-12 Temmuz 2000.
  10. CANTEK, Levent, Bastırılanın Kahkaha Olarak Dönüşü, İletişim Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi, sayı: 99/1 Kış, 1999.
http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/bir-insan-ve-aktor-olarak-kemal-sunal-imgesi-8060
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol